Gelecekte Birgün Türkiye
Geleceği kurgulamak geçmişin işidir. Geçmişte
yaptıklarımız bu günü, bu gün yaptıklarımız ise geleceği belirler. Böylece
geleceğin sanıldığı kadar belirsiz olmadığı görülebilir. Günümüzü iyi
yorumlayabilirseniz, geleceğin nasıl şekilleneceği konusunda fikir sahibi
olursunuz. Elinizde tuttuğunuz kitap, günümüzde olanların devamı halinde
gelecekte ülkemizin nasıl şekilleneceği konusunda okuyucuya fikir verebilmek
için yazılmıştır.
Roman kahramanı Yüzbaşı Dennis’in kişiliğinde
insanlar, bizlerin neden olduğu sorunları çözmeye çalışmaktadır. Terörist
olarak bildiği, mücadele ettiği insanlar gerçekte hayatını bütünüyle
değiştirecek sırlar saklamaktadırlar.
GELECEKTE BİR GÜN
TÜRKİYE
(BAŞLANGIÇ)
MÜMTAZ GÖKÇEBAĞ
BİLİMKURGU
ISBN NO 978-605-89928-3-2
İZMİR 2016
Gelecekte Bir Gün
Türkiye
Kapak ve düzenleme
yazara aittir.
Tüm hakları yazara
aittir. İzni olmadan basılamaz ve yayınlanamaz.
1.Basım 2016
Başlangıç
Varalım dedik, görelim dedik,
Yapışıp sabanın sapına,
Şol kardeş toprağını,
Biz de bir yol sürelim dedik.
Düştük dağlara dağlara,
Aştık dağları dağları.
Karaburun dağının eteklerinde, beş yaşlarındaki erkek çocuğu bir yandan
kendisini sürükleyen askerlere direniyor, diğer yandan başını olabildiğince
çevirip arkasına bakmaya çalışıyordu. Dört askerin ortasında vakurla dimdik
ayakta duran, beyazlar içindeki, açık kumral saçlı, mavi gözlü, ince bedenli
kadın kendisinden giderek uzaklaşan bebeğini son kez gördüğünün farkındaydı.
Ana oğul göz göze gelmeye çalışıyor ne var ki kendisini hoyratça çekiştiren
güçlü kollar yüzünden o minik beden bunu başaramıyordu. Ansızın nereden aklına
geldiyse direnmeyi kesti ve sakin sakin yürümeye başladı. Elbette küçük
adımları büyüklerinkine uyamıyor, arada koşturması gerekiyordu. Ama şimdi
gözlerini annesinin güzel yüzünden ayırmadan ilerlemeyi becerebiliyordu. Böylece
on metre kadar gittiler. Az önceki gerilim kaybolmuş, yerini bir çeşit kır
gezintisine bırakmıştı. Onu sıkıca tutan eller yavaşça gevşedi, askerler
dikkatlerini başka yere verdiler, çocuk tam bu anı bekliyordu, kollarını hırsla
çekti, kurtulur kurtulmaz da geriye doğru koşturmaya başladı.
“Anne, anne.”
Beyazlar içindeki
kadın bir adım öne fırladı, yere diz çöktü ve kollarını açtı;
“Oğlum, oğlum, Deniz.”
Askerler ellerinden
kaçırdıkları çocuğu tutmak için geriye döndüler, tam bu anda diğerlerine göre
daha parlak giysiler içindeki birisi yavaşça arkadan dolandı, elindeki siyah
bir cismi kadının kafasına dayadı ve,
“Dan!!!.”
Çıkan patlama
sesiyle herkes olduğu yerde çakıldı kaldı. Gözler şaşkınlık içinde sesin
geldiği yöne çevrildi. Kalbinde sevgiye hiç yer olmayan birisinin kestiği körpe
fidan gibi genç beden toprağa yığılıverdi. Çocuk durdu, uğradığı şokun
etkisiyle kaskatı kesildi. Toprağın üzerinde yatan annesine baktı, incecik kan
selinin kafasından akıp yerde ilerleyişini izledi. Haykırmak, bağırmak, ağlamak
istiyordu ama bir türlü sesini çıkaramıyordu. Tam bu anda birisi onu yakaladı,
belinden tuttuğu gibi kucağına aldı ve ilerdeki arabaya doğru koşturmaya
başladı. Çocuk hala sessizdi. Dili tutulmuştu sanki, içinden kopup gelen
çığlığı dışarıya çıkaramıyor, askerin kucağında garip şekillerle kıvrılıp
duruyordu. Onu arabanın içine attıklarında bile sesi duyulmadı ama lastik bir
top gibi hızla doğrulup cama yapıştı. Ve hemen yandaki arabada duran küçük kız
çocuğu ile göz göze geldi. Bu onun üç yaşındaki kardeşiydi. Korkuyla açılmış
kocaman yeşil gözler ağabeyine bakıyordu. Ve onlara yardım edecek kimse yoktu.
Çocuk artık duygularının serbest kaldığını hissetti, avazı çıktığı kadar
bağırmaya başladı. Kardeşi de anında onu izledi.
“Anne, anne.”
Arabadan çıkmak için
kapıya asıldı ama kapı kolu yerinden bile oynamıyordu. Bütün gücüyle vurmaya
başladı. Vurdu, vurdu, vurdu. Sıkıntı kocaman bir düğüm olmuş boğazına
takılmıştı. Nefes alamıyordu, panik içinde daha güçlü darbeler indirmeye
başladı. Ağzını olabildiğince geniş açtı ama gelen hava oradan ileriye
gidemiyordu. Boğulmak üzereydi. Tam o anda parlak bir ışık gözlerini
kamaştırdı, zil sesi kulaklarında yankılandı.
“Uyanın sahip, sizi merkezden
arıyorlar.”
Parlak ışık yeniden
yanıp söndü, zil yeniden çaldı. Yüzbaşı Dennis Kruger gözlerini açtı.
“Uyanın sahip, sizi merkezden
arıyorlar.”
Kan ter içindeydi. Gördüğü kabus nedeniyle sıkışan kalbi yerinden çıkacakmış
gibi hızlı çarpıyordu. Havasız kalan ciğerleri yüzünden şiddetli bir ağrı
göğsünü kaplamıştı. Elleriyle kaburgalarının iki tarafına bastırdı, derin derin
nefes almaya başladı. Bu tekniği doktorlardan öğrenmişti, kabus anlarında
yardımcı oluyordu. Solunumu yeterli değildi ama yine de oksijen onu biraz olsun
yatıştırmıştı. Yatağın içinde doğruldu, hemen yanındaki etajerin üzerinde duran
bardağı alıp bir yudum su içti,
“Işıklar” diye seslendi.
Tavanın içine gizlenmiş lambalar yandı, tam
karşısındaki duvar aydınlandı. Koyu mavi zemin üzerinde beyaz bir yazı vardı.
“Sizi merkezden arıyorlar sahip.”
“Sahip” sözcüğü son
yıllarda moda olmuştu. İngiliz sömürgesi sırasında Hintli uşaklar efendilerine
böyle seslenirlerdi.
Yüzbaşı Dennis
mahmur gözlerle ekrana baktı. Kalbi hala çarpıyordu ama şimdi kendini daha iyi
hissediyordu.
“Yine o kahrolası kabus” dedi kendi
kendine.
En son geçen yıl
aynı şekilde uyanmış ve doğruca doktora gitmişti. Üç ay süren psikolojik
tedaviden sonra artık bir daha kâbus görmeyeceğini düşünüyordu. Doktorlar ona
rüyasındaki küçük çocuğun kendisi olduğunu, annesinin vurulmasını ise, cinsel
ilişkiyi anlattığını ve bilinçaltının buna tepki gösterdiğini söylemişlerdi.
Çok büyük bir olasılıkla bebekliğinde onların sevişmelerine şahit olmuştu.
Yüzbaşı anne ile
babasını hiç görmemişti ama fotoğrafları ve filmleri evinin en önemli eşyaları
arasındaydı. O henüz bir bebekken trafik kazasında ölmüşlerdi. Kaza gününe ait
gazete haberleri, TV’de gösterilen otuz saniyelik film olaydan kalan tek bilgi
kırıntılarıydı.
Babasının resimleri
çoğunlukla içki sofralarında çekilmişti. Hayattan zevk almasını seven birisi
olduğu söyleniyordu. Şarap uzmanlığı onu yemekli toplantıların vazgeçilmez
konuğu haline getirmişti. Annesi biraz şişman, iri yarı tam bir Hollandalıydı
ve rüyasında gördüğü o narin, çok güzel kadınla hiçbir benzerlik göstermiyordu.
Dennis büyükanne ile
büyükbabasının yanında büyümüştü. Yaşlı insanlarla birlikte olmak, gerçek
annenin o anlatılmaz sıcaklığından uzakta kalmak demekti. Kendisine çok iyi
davranıyorlardı ancak aralarında hep bir mesafe vardı. Bunu hiçbir zaman
anlayamamıştı. İnanılmaz okul başarıları, sınıf birincilikleri, kazanılan onca
sınav, büyük babasıyla arasındaki o anlaşılmaz uçurumu kapatmaya yetmemişti.
Duvardaki ekran
yeniden parladı, ince ama metalik ses yanıp sönen yazıyı okudu;
“Sizi merkezden arıyorlar sahip.”
“Tamam, bağla bakalım.”
Ekran değişti, orta
yaşlı, kel bir adam göründü. Orada uzun süre beklemiş olmalı ki bağlantı
kurulduğu anda başka yere bakıyordu. Birileri onu uyarınca telaşla kameraya
döndü,
“Yüzbaşım, sizi uyandırdığımız için
üzgünüz ama durum çok önemli.”
Yüzbaşı Dennis
merakla ona doğru baktı, adam devam etti;
“Ben emniyet müdürüyüm, Albay Elia
sizin bize yardımcı olabileceğinizi söyledi. Acilen buraya gelmeniz gerekiyor,
bir terörist yuvasını kuşattık ancak içeriye giremiyoruz. Gerekli bilgiler
bilgisayarınıza yüklendi. Dosya numarası elli beş.”
Adamın arkasında,
yüz metre kadar uzakta iki katlı bir bina görünüyordu. Eskiden kalma çoğu yapı
gibi zaman içinde oldukça yıpranmıştı.
“Tamam efendim, hemen geliyorum”
diye yanıtladı
yüzbaşı ve çevik bir hareketle ayağa fırladı. Doğruca banyoya gitti, hızla
soyundu, duşun altına girdi. Ellerini havaya kaldırdığı anda çevresindeki
duvarlardan buhar fışkırmaya başladı. Küresel ısınmayla birlikte kullanılabilir
tatlı su miktarı önemli ölçüde azalmıştı. Bu nedenle artık her ev kendi atık
suyunu arıtıyor, sıvılar son damlasına kadar özenle geri kazanılıyordu.
Hollanda’da kişi başına verilen aylık su miktarı 2 tonu geçmiyordu. İşte bu
nedenle banyolarda eski tip duşlar kullanılmayalı yıllar olmuştu. Şimdi ufacık
damlalar buhar biçiminde püskürtülüyor, vücut deyim yerindeyse nemlendiriliyor
sonra havada kalan nem yeniden işlenmek üzere geriye emiliyordu.
Duşta kalma süresi
beş dakikadan fazla olamazdı. Banyodan çıkan yüzbaşı elbiselerinin olduğu odaya
geçti ve giyinmeye başladı. Önce iç çamaşırlar, ardından üniforma, onun da
üzerine kurşungeçirmez yelek, çelik başlıklı yüz koruyucusu. Beş dakika sonra
tam bir savaşçı gibi görünüyordu. Özel çizmeleri ayağına geçirdi, şok
tabancasını beline taktı, koşar adımlarla evin garajına indi. Uzakta duran arabasına
seslendi;
“Motor.”
Araç ışıklarını
yaktı, motoru çalıştırdı ve kapısını açtı. Yüzbaşı ön koltuğa oturdu;
“Elli beş” dedi.
Yön kolunun
arkasındaki dikdörtgen ekran aydınlandı, Amersfoort haritası göründü, adres
bilgileri alttaki şeritteydi.
“Treekerweg” diye seslendi.
Görüntü yavaşça
değişti, olay yeri kırmızı daire içine alınmıştı. Uydu görüntüsünden evin
durumu çok iyi anlaşılmıyordu ama neredeyse suyun ortasındaydı.
“Vay canına, teröristler mükemmel
yer seçmişler. Burayı kimse tam olarak kuşatamaz”
diye düşünüp görüntüyü
ezberlemeye çalıştı. Böyle durumlarda en küçük bilgi kırıntısı bile yaşamsal
olabilirdi.
Yüzbaşı Dennis
sokaktaki binaların tümü terk edilmiş olmasına karşın ailesinden kalma bu eski
evden ayrılamamıştı. Sular neredeyse bahçesine kadar gelmişti ve daha da
yükselmediği sürece hiçbir yere gitmeyecekti. Ama gecenin bu saatinde, karanlık
Amersfoort sokaklarında hızla ilerlerken çevresiyle hiç ilgilenmiyordu,
kafasında yalnızca birazdan yaşayacakları vardı. Aracı olay yerinin önüne
kurulmuş polis barikatında durdu. Emniyet müdürü kendisini bekliyordu;
“Yüzbaşı, tekrar özür dilerim ama
bizim işimiz böyle, teröristler gece çalıştığı sürece biz de onlara uyuyoruz “
dedi.
Yüzbaşı Dennis elini
uzattı.
“Önemli değil müdür bey, durumumuz
ne?”
“Teröristleri şu gördüğünüz evde
kıstırdık. Ama çok iyi silahlanmışlar. Zaten evin kendisi de cephanelikmiş.
Bizden çaldıkları silahları burada toplayıp sevk ediyorlar. Dolayısıyla
mühimmat olarak sıkıntıları yok. Aslında bizim ekibi gönderebilirdim elbette
ama bu işi kayıpsız yapmanın mümkün olmadığını hesapladık. Ve sizin bölüme
başvurduk. Komutanınız Albay Elia da burada. Şu anda karavanda sizi bekliyor,
böyle buyurun.”
Önlerini hafifçe
aydınlatan mavi ışıkları izleyerek yol boyunca birlikte yürüdüler, ağaçların
arkasındaki boşluğa yerleştirilmiş büyük karavana doğru ilerlediler. Albay Elia
kapının önündeydi, iki asker karşılıklı geçip selamlaştılar.
“Yüzbaşı, her zaman ki gibi
hızlısınız, buyurun içeri geçelim” dedi.
Bu yaşlı kadın baş
başa olduklarında yüzbaşıya “oğlum.” demeyi tercih ediyordu. Birbirlerini çok
eskiden beri tanıyorlardı. Dennis ailesinden görmediği sıcak yakınlığı onda
bulmuştu. Başarılı eğitim hayatının, üniversite günlerinin ve daha sonra askeri
akademinin arkasında hep bu sevgiyle dolu kadın vardı. Avrupa’nın tek robot
enstitüsüne kabul edilmesinde büyük rol almıştı. Yüzbaşı, onun koruyucu
kanatları altında huzur buluyordu. Ama şimdi olduğu gibi üçüncü kişilerin
yanında tipik ast üst sıralaması bütün gerçekliği ile ortaya konurdu. Yüzbaşı
merdivenleri çıkıp içeri girdi. Genç bir kız, elindeki veri aktarma çubuğunu
hızla hareket ettirerek duvardaki ekranda duran harita üzerinde çalışıyordu.
Yüzbaşı Dennis’i görünce gözleri parladı, hareketleri daha kadınca işaretlere
dönüştü. Kırmızı çubuğu dudaklarına götürdü, kalçasını geriye kaydırarak öne
doğru eğildi. Albay araya girdi,
“Kızım sen hiç erkek görmedin mi?
Konuklara oturacak bir şey ver hemen” dedi.
Kız albaya
aldırmadan önündeki koltuğu çevirdi, gösterilen yere oturan yüzbaşının kulağına
eğildi, fısıldayarak;
“Sana sayısal renk koleksiyonumu
göstereyim mi? “ dedi.
Yüzbaşı kendisini
daha fazla tutamadı, hafifçe gülümsedi. Albay bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını
açtı sonra vazgeçti ve;
“Evet beyler, konumuza girelim.
Müdür bey siz gerekli açıklamayı yaptınız mı?”
O anda dalgın dalgın
genç kıza bakan polis müdürü kendisini topladı, telaşla;
“Biraz açıkladım albayım ama
ayrıntılara girecek zamanım olmadı.”
“Peki o zaman, şimdi lütfen buraya
bakın.”
Duvardaki büyük
ekranda evin planı görünüyordu.
“Teröristlerin kaldığı yer burası.
İki katlı eski bir bina. Bodrumda yarım metre kadar su var. Sahipleri
tarafından dört yıl önce terk edilmiş. Teröristler kuzey yönüne iskeleler
kurmuşlar, kurtarma çalışması yapılan bir yer havası vermişler. Çevre neredeyse
tümüyle ıssız olduğundan kimsenin dikkatini de çekmemiş. Tahminimiz, silah
sevkiyatının birkaç yıldan beri buradan yapıldığı.”
Yüzbaşı merakla
sordu,
“Silahları nereye gönderiyorlar
efendim?”
“Asya Minör’e. Yerlilerin bir
süredir savaşa hazırlandıkları söyleniyor.”
“Bizim silahımızla bizi vuracaklar
yani.”
“Evet, aynen öyle yüzbaşı. Ama bu
sefer işleri bekledikleri şekilde gelişmedi. Bildiğiniz gibi ürettiğimiz
silahlara bir verici yerleştiriyoruz. Teröristler bunun kodunu kırmayı
başarmışlardı. Ama biz bu kez farklı izleme aygıtı yerleştirdik. Onlar
birincisinin kodlarını kırdılar, ikincisinden haberleri yoktu.”
Albay gülümseyerek
yüzbaşıya baktı, hafifçe göz kırptı,
“Ve onları elimizle koymuş gibi
bulduk.”
Polis müdürü yerinde
şöyle bir gerindi;
“Çok zekiceydi albayım “ dedi.
“Teşekkür ederim müdür bey ama henüz
işi tamamlamış değiliz, şimdi yapılması gereken şey içeri girip onları
kıskıvrak yakalamak.”
Yüzbaşı Dennis
başını kaldırdı, ekrandaki plana baktı.
“Peki, sorun ne, neden polis içeri
girmiyor?”
Albay elindeki
çubuğu ile işaret ederek;
“Müdür bey, siz cevap verin
isterseniz” dedi.
Polis müdürü
istemediği bir şeyi zorla yapıyormuşçasına yüzünü buruşturdu.
“Şey, sorun şu. İçerdeki adamlar
ölümü göze almış teröristler. Sanırım özel hazırlanmış giysileri var. Çünkü
kızıl ötesi tarayıcılarımız evi boş gösteriyor. Yani kaç kişi olduklarını
bilmiyoruz. Basitçe içerde teslim olmayı bekleyen tek bir terörist de olabilir,
yirmi silahlı adamla da karşılaşabiliriz. Gerçi binayı tümüyle havaya uçurup
onlardan kurtulabiliriz ama çaldıkları silahların arasında radyoaktif madde
içerenler var. Dolayısıyla tek seçenek eve girip her birini ayrı ayrı avlamak.
Yaptığımız hesaplara göre içerisi yeterince kalabalıksa bu işi kayıpsız gerçekleştirmek
imkansız. Üstelik teröristlerin bazılarını sağ ele geçirirsek çok
sevineceğiz. Eğer sizin robotlarınızı
kullanırsak, polisten kimsenin burnunun bile kanamayacağını düşündük.”
Yüzbaşı Dennis
söylenenlerden hiç etkilenmemişti. Aslında böyle bir şeyi bekliyordu. Evden
çıktığından beri bu işe robotlarının karıştırılacağını anlamıştı. Albay Elia’ya
baktı;
“Komutanım, ben üzerinde
çalıştığımız projenin çok gizli olduğunu sanıyordum. Robotları burada
kullanırsak yarın bütün Avrupa duyar.”
“Biliyorum yüzbaşı, biliyorum ama
biz bu makineleri teröristlerle mücadele için geliştirmedik mi? İşte, al sana
terörist. Bir yerden başlamamız gerekmiyor mu?”
Yüzbaşı başını
salladı;
“Efendim, sorun o değil, ben
robotlarıma güveniyorum. Ama bunlar savaş robotu, karşısındakini yok etmeye
programlanmış, elimde bu işe uygun yalnızca C-12 var ancak onu da sahada hiç
denemedik.”
Polis müdürü merakla
sordu?
“Nedir bu C-12?”
Albay önündeki
düğmeye bastı, ekrana güvenlikçi giysileri içinde bir robot görüntüsü çıktı.
“İşte, C-12 bu müdür bey. Enstitümüz
polis robotu yaratmak için işe başlamıştı. Ama küçük Asya’da olaylar yükselince
savaş aracı fikri ağır bastı ve proje yön değiştirdi. C-12 aslında bu işin ilk
basamağını oluşturuyordu. Gerçi robotlarımız her yönden hazırlar ama daha önce
hiç denenmediler. Yalnızca dört tane üretilmişti. Yüzbaşı bundan çekiniyor
olabilir, yani sayıca yetersiz kalabilirler değil mi?”
Yüzbaşı başını
salladı;
“Kesinlikle evet efendim. Eğer
içeride yirmi kişi varsa, robotların oradan sağlam çıkma olasılıkları sıfır
demektir. Çünkü tetiğe basmadan her seferinde teslim ol diye bağıracaklar. Bu
ise karşı taraf için ateş etme fırsatıdır. Sonra...”
Albay yüzbaşının
sözünü kesti, ekrana yeniden evin planını yerleştirdi.
“Şu şekilde yapacağız, siz ve dört
robotunuz binanın bodrum katından içeriye gireceksiniz. Sonra her katı ayrı
ayrı temizlemeye başlayacaksınız. Biz keskin nişancılarla dışarıdan sizi
destekleyeceğiz ama savaş robotlarından on tanesi de polislerle birlikte hemen
arkanızda yer alacak. Eğer C12’ler başarılı olurlarsa, en azından birkaç
teröristi canlı ele geçirebiliriz. Aksi
durumda A sınıfı işe başlayacak.”
Polis Müdürü;
“ Ve kimse canlı kalmayacak.”
Albay;
“Aynen öyle müdür bey.”
***
Robotların ilk
görevi
Dört robot binanın
biraz ilerisindeki bahçe duvarının yanında duruyordu. Yüzbaşı dudağının hemen
üstündeki ses alıcısını yokladı, koluna bağlı kontrol ünitesinin köşesindeki
kırmızı düğmeye bastı, robotların sol göğsü üzerinde minik bir ışık belirdi.
“Robotlar beni izleyin” dedi.
Hiç kıpırdamadan
öylece yerinde duran dört robot ansızın canlandı, arka arkaya sıraya girerek
yüzbaşının peşinden yürümeye başladılar. O hızlandıkça hızlanıyor, durunca
duruyor, yavaşlayınca yavaşlıyorlardı. Yüzbaşı uygun bir noktadan hedefini
dikkatle incelemeye başladı. L şeklindeki binanın ön tarafındaki pencerelerin
tümü giriş kapısına bakıyordu ve her yer gündüz gibi aydınlatılmıştı. Oradan
kimseye görünmeden içeri girme şansı hiç yoktu. Ağaçların gölgelerine
saklanarak binanın sokağa bakan duvarına kadar ilerledi. Eğilerek pencerelerin
altından geçti, arka bahçeye ulaştı. Elindeki çubuğu köşeye uzattı, aynı anda
başlığındaki koruyucu camın üzerinde diğer tarafın görüntüsü belirdi.
Bahçe iki bölümden
oluşuyordu. Kocaman meşe ağacının bulunduğu ön kısım parkları andıran biçimde
düzenlenmiş, alçak oturma yerleri ve masalar yerleştirilmişti. Onun hemen
arkasında çukurda kalan ikinci bir alan geliyor, buradan da evin bodrum katına
giriliyordu. Zeminden parlayan ışıklar bu bölümün yarım metre kadar suyun
içinde olduğunu gösteriyordu. Kapının tam karşısına büyük çelik bidonlar
yerleştirilmişti.
Yüzbaşı kontrol çubuğunun üzerindeki bir düğmeye bastı. Şimdi bahçenin
kızıl ötesi görüntüsü başlığına yansıyordu. Bidonların olduğu yerde
kırmızılıklar belirdi. Birileri saklanmış onları bekliyordu. Kalın saçtan
yapılmış bu korunaklı siper başına iş açabilirdi. Elindeki silahların hiç
birisi zırhı delme özelliğine sahip değildi.
Hedef öylesine yakındı ki, aniden çıkacak her hangi bir çatışma kolayca
kendisini de içine alabilirdi. Kararsızlık içinde gözlerini kapattı. Tam
telsizi kullanmaya hazırlanıyordu ki bidonların arkasındaki kapaklar açıldı,
iki terörist gerinerek dışarı çıktılar ve merdivenleri geçerek ön bölüme
geldiler. İnanılmaz bir şeydi, demek ki bunca olaya rağmen teröristler
polislerin dışarıda olduğunu henüz anlamamışlardı. Bu fırsatı kaçıramazdı,
hemen emir verdi.
“Robotlar hedef saat on yönünde, iki
kişi, yakalayın.”
Dört robot o hantal
görüntülerinden hiç beklenmeyen çeviklikle bahçeye daldılar, bir numara metalik
sesiyle bağırdı,
“Siz ikiniz, hemen ellerinizi havaya
kaldırın, teslim olun.”
Terörist saniyenin
sekizde birinde kendisine seslenildiğini kavradı. Oysa robot yüz mikro saniye
önce teröristi baştan ayağa taramaya başlamış, yetmiş mikro saniyede ise
elindeki silaha odaklanmıştı. Terörist ikinci sıfır sekiz saniyede silahını
robota çevirdi. Robot tüm dikkatini silahın ucuna vermişti. Tarayıcıdan gelen
bilgiler, pozitronik beyninde ölçülere dönüşüyor, namlunun hedef açısı
hesaplanıyordu. Bu açı kendisiyle sıfır olunca robot tetiğe bastı. Üç kurşun
arka arkaya teröriste saplandı, adam yerinden fırlayıp sırt üstü duvara çarptı
ve oraya yığıldı. Oysa onun hemen yanındaki ikinci terörist hareket etmemişti,
robotlar onu izlemekle yetindiler. Adam ansızın çevik bir hareketle çukura
atladı, çöp bidonunun arkasına dolanırken silahını robota çevirdi. Ama bu büyük
hataydı. Robot isabetli atışlarla onu önce kolundan vurdu arkasından tümüyle
açığa çıkan vücuduna kurşunlar saplandı, cansız yere düştü. Otuz saniye kadar
devam eden gürültü tıpkı başladığı gibi ansızın kesiliverdi. Ortalığı derin bir
sessizlik kaplamıştı.
Yüzbaşı elindeki tarayıcılarla çevreyi en ince ayrıntısına kadar
yeniden inceledi daha sonra lazer ışığını bodrum kapısına yöneltti.
“İleri marş “ dedi.
Mekanik sesler içinde dört robot yavaşça merdivenleri indi, yüzbaşı
peşlerindeydi. Bodrum katının kapısına geldiklerinde, az ötede yatan diğer
teröristin cesedini gördü. Şu ana kadar her şey programa uygun gelişmişti.
Telsizi açtı;
“Merkez, iki terörist etkisiz hale
getirildi “ dedi.
Polis müdürü yanıtladı;
“Anlaşıldı yüzbaşı,
devam edin lütfen.”
Üç basamak aşağıya
indi, bodrum kapısına geldi, su dizlerine kadar yükselmişti. Aşağısı daha da
derin olabilirdi. Tümüyle yalıtılmış giysilerine karşın ayaklarının ıslandığını
hissetti. İki adım geri çekildi, hafif bir sesle
“Kapı – gaz - tutukla” dedi.
Bunun anlamı
robotların kapıyı açtıktan sonra gaz bombalarıyla içeriye girmeleri ve
oradakileri teslim almalarıydı. En öndeki robot kapıya yaklaştı, diğerleri iki
adım gerisinde duruyorlardı. Onların arkasında da yüzbaşı vardı. Silahını göz
hizasına kaldırmıştı. Kapı açılır açılmaz, diğeri elindeki bombayı içeriye
attı. Küçük bir patlama ile oda anında bembeyaz bulutla kaplanıverdi. Robotlar
sırayla kapıdan geçip içeri girdiler, en öndeki sürekli olarak
“Polis, ellerinizi kaldırın, teslim
olun”
diye bağırıyordu.
Yüzbaşı insanların boğulurcasına öksürdüğünü duydu. Başlığındaki kızıl ötesi
tarayıcıyı çalıştırdı, açık kapıdan içeri girdi. Ekranda bodrum katının tam
köşesinde iki kırmızı leke görülüyordu. Robotların üst üste teslim ol
çağrılarına karşın, astım nöbetine girmişçesine sarsılarak öksürüyorlardı ama
ellerindeki silahları bırakmamışlardı. Köşedeki terörist sanki kusacakmış gibi
yere çöktü, iki eliyle silahını iyice kavradı, aniden döndü ama yüzbaşı
niyetlerini anlamış, onu izliyordu ve çoktan hedefine yerleştirmişti. Tetiğe bastı,
terörist olduğu yerden fırlayıp duvara çarptı, oradan da yere düştü, hareketsiz
kaldı. Bunu gören diğeri silahını attı, diz çöküp ellerini havaya kaldırdı. Yüzbaşı
“Artçılara verin onu” diye bağırdı.
Üç numaralı robot
adama yaklaştı, kolundan tutarak kapının önüne gelen polislere teslim etti.
Yüzbaşı;
“Merkez, bodrum katına
girdik, teröristlerden birini ölü diğerini canlı ele geçirdik.”
Polis müdürü;
“Mükemmel yüzbaşım,
devam edin lütfen.”
Bodrum katındaki su
seviyesi dizini aşmıştı. Yüzbaşı yanındaki metal tankın duvarına yaslandı,
dikkatle merdivenlere açılan kapıya baktı. Hemen arkasında teröristler
olabilirdi ve oraya dokunmak bile felaketle sonuçlanabilirdi. Silahıyla nişan
aldı, öylece kalarak robotlara seslendi.
“Bir numara, kapı – gaz – kontrol,
iki, üç, dört, saldırı pozisyonu.”
Robot suları yara
yara kapıya gidip ardına kadar açtı. Yüzbaşı her hareketi izliyordu, kapının
arkasındaki boşluğa bir gaz bombası uçtu, ortalığı ikinci kez beyaz dumanlar
kapladı, yüzbaşı kızıl ötesi tarayıcısını açtı. Ve o anda merdivenlerin üstünde
yere uzanmış nişan alan teröristin kırmızı siluetini gördü. Gazdan etkilenmemişti.
Büyük bir olasılıkla koruyucu maskesi vardı. Duman dağılınca ateş edecekti.
Yüzbaşı heyecanla bağırdı;
“Teslim ol, yoksa vururum.”
Ama teröristin
kırmızı silueti yerinden bile oynamadı. Yalnızca önünde büyük bir ışık parladı,
iki numaralı robot külçe gibi olduğu yere devriliverdi. Diğer robotlar anında
karşılık verdiler. En az on isabet alan terörist merdivenlerden aşağıya
yuvarlandı. Yüzbaşı küfrederek vurulan robotun yanına geldi. Kurşun çelik
miğferi delip geçmiş, kafa devrelerini dağıtmıştı.
“Albayım, iki numarayı kaybettik,
teröristlerde zırh delici mermi var”
diye bağırdı. Albay
sakindi,
“Göreve devam edin lütfen, şu ana
kadar bir kişiyi sağ teslim aldık. Başkaları da olabilir.”
Yüzbaşı
merdivenlerin önünde durdu. Basamaklar üst kata çıkıyordu ama diğer tarafı
görmesi mümkün değildi. Ve orada başka bir teröristin kendilerini beklediğinden
emindi. Kolundaki kızılötesi tarayıcıyı açtı, gücünü sonuna kadar artırdı.
Böylece yukarıda gizlenmiş birileri varsa en azından ısıl görüntülerine
ulaşabilmeyi umut ediyordu. Ve ekranın her yönde mavi kalmasıyla rahatladı.
Yolu açıktı, yine de eli tetikte robotlarla birlikte bir üst kata çıktı. Aynı
anda on kadar polis bodrum katına girdi.
Merdivenler doğrudan
birinci katın koridoruna açılıyordu. Her iki yanda da ikişer oda vardı ve diğer
uçtan ikinci kata çıkılıyordu. Yüzbaşı solundaki ilk odaya yöneldi. Robotları
yanına çağırdı;
“Bir numara – kapı – gaz – temizlik”
dedi.
Robot ileri çıktı,
kapıyı aralayıp oradan bombayı attı. Beyaz dumanlar her yeri kaplayınca içeri
girdi. Ancak oda boştu. Yüzbaşı ortalığa şöyle bir göz attıktan sonra tam
karşıdaki diğer odaya yöneldi. Kapının önünde yere eğildi, kolundaki kızıl
ötesi tarayıcıyı sonuna kadar güç vererek çalıştırdı. Binada tarayıcıları
engellemek için önlemler alınmış olabilirdi ama yine de denemekte yarar vardı.
Ve bingo. Mavi zemin üzerinde beliren üç kırmızı nokta bu odadaki insanların
onları beklediğini gösteriyordu. Tam karşıdaki boş odanın kapısına bir metre
kadar uzaklıkta yere uzandı, silahıyla nişan aldı. Robotlar kapıyı açtıklarında
en azından teröristlerden birisini etkisiz hale getirebileceğini düşünüyordu.
Uzandığı yerden komutları verdi.
“Bir numara – kapı – bomba – gaz –
temizlik, üç numara temizlik, dört numara temizlik.”
Robot kapının önünde
diz çöktü ve elindeki patlayıcıyı dikkatle tam anahtarın altına yerleştiriyordu
ki ansızın kapı açılıverdi. Yüzbaşı robotların ayaklarının arasından tıpkı
kendisi gibi yere yatmış teröristi gördü. Eli tetiğe giderken nişan almaya
çalışıyordu ama artık çok geçti. Teröristler yakın mesafeden ateş açtı. Bir
numara üst üste isabetlerle sarsılırken diğer ikisi saniyenin onda birinde
karşılık verdiler. İsabet alan robot yere düşerken yüzbaşı da ateş etmeye
başladı. Çatışma yirmi saniye kadar sürmüş, üç terörist öldürülmüştü. Bir numaralı robot ise kapının önüne yığılıp
kalmıştı. Yüzbaşı ayağa kalktı, Kızılötesi tarayıcının neden çalıştığını
anlamıştı. Teröristler olayın böyle olacağını düşünmüşler, ona tuzak
kurmuşlardı. Üstelik başarılı olmuştu. Hırsla yumruğunu duvara vurdu, telsizden
durumu bildirdi.
“Albayım, bir numarayı da kaybettik,
üç terörist etkisiz.”
“Göreve devam yüzbaşı, hemen
arkanızda sizi izliyoruz. Şu ana kadar tek bir polisin bile burnu kanamadı. Biz
projeyi başarılı sayıyoruz. Lütfen devam edin.”
“Emredersiniz efendim.”
Yüzbaşı ancak bu
konuşmadan sonra odaya göz atmayı akıl etti. Üç robota karşı üç insan savaşmış,
sonuçta robotlar kazanmıştı. Üstelik kurdukları tuzağa karşın teröristler
başarılı olamamışlardı. Yani albay haklıydı. Makineler gerçekten işe yarıyordu.
Peki, ya tuzak? Kapı nasıl olmuştu da tam zamanında, yani robot patlayıcıyı
yerleştirmek amacıyla eğildiği anda sonuna kadar açılıvermişti?
Her çeşit silah sağa sola
yayılmıştı. Burası oturma odası gibi düzenlenmişti, ama koltuklar kenara
çekilmiş, ortada geniş bir alan bırakılmıştı. Yerde cansız yatan teröristlerin
üzerinde koruyucu malzeme görülmüyordu. Yüzbaşı, onların robotlar hakkında
fazla bilgileri olmadığını fark etti. Eğer ben olsaydım, çelik korunaklar yapar
oradan ateş ederdim diye düşündü. Böylece robotları çok dar bir alana hedef
almak zorunda bırakarak onları yok edebilirlerdi. Yüzbaşı kendi kendine, “iyi ki sistemi tanımıyorlar.” diyerek
koridorun diğer tarafındaki odaya yöneldi. Bu kez tuzaklara karşı
hazırlıklıydı.
Önünde durduğu kapının ikinci kat
merdivenine olan uzaklığı dikkate alındığında odanın geniş olduğu ortaya
çıkıyordu. İçeride daha fazla sayıda silahlı insan saklanabilirdi. Kendisini
adeta duvara yapıştırarak kızıl ötesi tarayıcıyı kapının üzerine tuttu. Odada
iki kişi vardı. Hızlı hareketlerle belinden çıkardığı patlayıcı paketini kapıya
yerleştirdi. Sonra tam karşıya geçip yere yattı, silahını doğrulttu. Elindeki
ateşleyicinin düğmesine bastı. Küçük bir patlama sesiyle kapı, menteşelerinden
çıkıp gürültüyle yana düştü. Yüzbaşı;
“Üç numara
gaz-temizlik, dört numara temizlik” dedi
Üç numaralı robot
içeriye gaz bombası attıktan sonra,
“Teslim olun, yoksa ateş ederiz”
diye bağırdı.
Ardından hızla içeri
girdi, yerde yatan teröristlere silahını doğrulttu. Teröristler yattıkları
yerden ellerini havaya kaldırdı. Yüzbaşı şaşırmıştı, kendi kendine,
“Bu kadar basit olamaz, bunda bir iş
var”
diye söyleniyordu
ki, ansızın odada pek çok sandık bulunduğunu fark etti. Yerde sürünerek kapının
önüne geldi, işte tam o anda sandıkların arkasından robotlara nişan alan
teröristi gördü. Sandıklar kızılötesi tarayıcının ışınlarını engellemiş, onu
görememişti, kurallara göre teslim olmasını söylemesi gerekiyordu ama şimdi
kuralları uygulamanın zamanı değildi, hemen tetiğe bastı. Vurulan terörist
cansız yere serilirken, diğerleri son bir gayretle robotları elleriyle
devirmeye çalıştılar. Oysa her biri iki yüz kilo gelen bu çelik adamlara karşı
hiç şansları yoktu. Robotlar fazla uğraşmadan onları kelepçelediler. Üstelik
bunu tam da programlandıkları biçimde yaptılar.
Koridora çıktı
merdivene baktı. Tahta basamaklar ortadan yukarıya yükseliyor, sonra geriye
dönerken ikiye ayrılarak üst kata ulaşıyordu. Tuzak kurmak için son derece
ideal görünüyordu ama yapabileceği başka bir şey yoktu. Elindeki lazerli
işaretleyiciyle robotları merdivenin başına gönderdi, kendisi de hemen
arkalarından geliyordu. Maskesini taktı ve üst taraftaki sahanlığa iki gaz, bir
ışık bombası atarak merdivenleri çıkmaya başladı. Robotlar önündeydi, kızıl
ötesi tarayıcı ile bu sis perdesinin arkasını görmeye çalışıyordu. Sahanlığı
döndü, üst katın önündeki boşluğa ulaştı. Derin bir nefes aldı. Ortalıkta
kimsecikler yoktu. Hemen yanındaki büyük kapı ardına kadar açıktı.
Yüzbaşı kapının
yanında durdu, elindeki tarayıcı çubuğu içeriye uzattı. Koridor boştu. Bu
sırada gaz bombasının etkisi iyice azalmış, sis dağılmıştı. Binanın alt
katından yukarıya doğru olan hava esintisi nedeniyle, maskesiz bir insanın
çoktan öksürük nöbetine tutularak yerini belli etmesi gerekirdi. Oysa ortalıkta
çıt çıkmıyordu. Burada da koridora açılan üç kapı görünüyordu. İkisi yanda
diğeri tam karşıdaydı. Ve hepsi ardına kadar açıktı. Yüzbaşı büyük bir dikkatle
iki robotu sağdaki kapıya yönlendirdi. Ardından verilen komutlarla, robotlar
gaz ve ışık bombaları atarak içeriye girdiler. Yüzbaşı biraz bekledikten sonra
onları izledi. İki robot da pencere önünde öylece durmuş yeni komutları
bekliyordu. Oda tümüyle boştu. Kapının yanına saklanarak karşıdaki odanın içine
baktı. Kimseyi görmemesine karşın robotlarını oraya gönderdi. Kendisi de onları
izlerken birden diğer odaya açılan ikinci bir kapıyı fark etti. Üstelik kapalı
duruyordu. Yavaşça yaklaştı, kızıl ötesi tarayıcıyla dikkatle taradı.
Ekranındaki kırmızı leke, diğer tarafta birisinin onu beklediğini gösteriyordu.
Yüzbaşı kapının altına yerleştirdiği metal parçası ile açılmasını engelledi.
Sonra hızlı adımlarla robotların bulunduğu yere geri döndü, çevreye şöyle bir
baktı. Boş odada iki robot verilecek emri bekliyordu. Onları hemen en dipteki
odaya yönlendirdi. Oradaki teröristi canlı ele geçirmeyi umuyordu.
Robotlar gaz
bombalarını attılar, ortalık bir kez daha sis bulutuyla kaplandı, içeriye
girdiler, yüzbaşı silah seslerini bekliyordu oysa hiçbir şey olmadı. Halbuki
yirmi saniye önce orada birisini belirlemişti ama robotlar sanki kimse yokmuş
gibi davranıyorlardı. Şaşkınlık içinde, silahını göz hizasında tutarak odaya
girdi, iki oda arasında kalan, az önce kilitlediği kapının açık bulunduğunu gördü.
Terörist bir şekilde kapıyı açmayı başarmış ve diğer tarafa geçmiş olmalıydı.
Yeniden koridora döndü, çok hızlı davranması gerekiyordu, koridorun tam
karşısında kendisini izleyen polisler merdivenleri çıkıyorlardı. Teröristin o
yöne kaçması mümkün değildi. Ansızın odadan çıkan ufak tefek birisinin adeta
havada uçarak karşıya fırladığını gördü. Kafasındaki kaskı ve yüzündeki maskesi
sayesinde gazdan etkilenmemişti. Yüzbaşı bir anda kararını verdi, onu izleyerek
odaya daldı. Terörist pencereye doğru hareketlenmişti ki arkasından avazı
çıktığı kadar bağırdı,
“Dur, teslim ol, yoksa ateş açarım.”
Terörist olduğu
yerde durdu, sırtı ona dönüktü, yüzbaşı devam etti.
“Kaskını ve maskeni çıkar, sakın
yanlış bir hareket yapma, elim tetikte.”
Terörist ağır
hareketlerle kafasındaki kaskı çıkardı, uzun kumral saçlar omuzlarına döküldü.
Bu bir kadındı. Sonra yüzbaşıya döndü, yavaşça maskesini indirdi. İkisi göz
göze geldiler ve yüzbaşı ansızın bütün kaslarının boşaldığını hissetti. İçinden
bir şeyler hızla eriyip yok oluyor, yaşam enerjisi de onunla birlikte
azalıyordu. Artık kolları en küçük ağırlığı bile taşıyacak güçte değildi.
Silahı gürültüyle yere düştü. Tüm vücudu sanki felç olmuştu. Teröristin
şaşkınlık içinde kocaman açılmış gözleri onu büyülemişti. Bu bakışları çok ama
çok iyi biliyordu. Yıllardır acı çekmesine neden olan o karabasanda, o kabusta
gördüğü kocaman yeşil gözler tüm gerçekliği ile karşısındaydı ve tıpkı orada
olduğu gibi dimdik kendisine bakıyordu. Cama yapışmış küçücük ellerin arasından
“anne, anne.” diye çığlık atan o küçük kız geri dönmüş, aynı bakışlarla yeniden
karşısına dikilmişti. Adeta zaman durmuştu. İkisi de öylece birbirlerine
bakıyorlardı ama nefesi kesilen yüzbaşı neredeyse boğulmak üzereydi. Bu durumda
hep yaptığı gibi ağzını sonuna kadar açarak nefes almaya çalıştı, sonuç
olumsuzdu. Gözleri kararmaya başlamıştı. Terörist genç kız kaçmak için ileriye
doğru atıldı sonra durdu ve koşarak gelip dudaklarını yüzbaşının açık ağzına
yapıştırdı, ciğerlerindeki havayı ona aktardı. Kullanılmış bile olsa, oksijen
hücrelere yeniden can verdi, ciğerler hırıltılı bir sesle çalışmaya başladı.
Terörist geriye döndü, koşup açık pencereden aşağıya atladı. Suya çarpan cismin
çıkardığı gürültüyle çevreden sesler yükseldi.
“Denize birisi düştü, denize birisi
düştü, kontrol edin çabuk.”
Yüzbaşı odanın
ortasında yere diz çökmüş, derin derin
nefes alıyordu. Hala kendinde değildi. Telsizden albayın sesini duydu.
“Yüzbaşı, orada neler oluyor, iyi misiniz?”
“.....”
“Yüzbaşı, iyi misiniz?”
Yüzbaşı hırıltılı sesle yanıtladı.
“Ben iyiyim efendim, ama terörist
pencereden suya atladı, bir kadınmış.”
“Nasıl, kadın mı, aman Tanrım.”
Ortalık birden karıştı, motor
sesleri yükseldi, birileri evin yanındaki sığ denizi taramaya başladı.
Operasyon bitmişti. Yüzbaşı güçlükle yerden kalktı, arkasından gelen polislerin
takdir dolu sözcüklerini duymadan hızlı adımlarla aşağıya indi, doğruca yönetim
karavanına gitti. Albay Elia, sinirli sinirli elindeki sopayı avucuna vurarak masanın
önünde ileri geri yürüyordu, onu görünce;
“Seni kutlarım oğlum,
çok iyi bir iş çıkardın ama ne yazık ki bütün dünyada aradığımız teröristi
elimizden kaçırdık “ dedi.
Yüzbaşının beyni hala zonkluyordu.
“Kimdi o komutanım”
diye sordu.
Albay masayı dolanıp
bilgisayara ulaştı, bazı dosyalara girdi ve ekrana genç bir kızın resmi yansıdı.
Resim çok kötüydü, yüzü tam olarak belli değildi. Hatta bu resmin ona ait
olmadığına yemin bile edebilirdi. Ama yüzbaşı onu çok iyi hatırlıyordu. İçinin
titrediğini hissetti. Yanılması mümkün değildi. Bu insan, rüyalarında görünce
nefesinin kesildiği, bir çeşit astım krizine tutulduğu kızın ta kendisiydi.
Sanki onu yıllardır tanıyor gibiydi. Dudaklarının tadını biliyordu. Ama bu
nasıl olabilirdi?
Albay elindeki
sopayı ekranda gezdirerek anlatmaya başladı.
“Kızın adı Ulrike Heger. Hollandalı.
Öğrencilik yılları başarılarla dolu. Bilgisayar eğitimi alıyor, üniversiteden
sonra iç işleri bakanlığına giriyor, Konstantino’ya tayini çıkıyor. İşte ne
olduysa burada oluyor, kız ansızın ortadan kayboluyor. Bir yıl sonra Symirna’da
ünlü Pazar eyleminde görülüyor.”
Yüzbaşı hiç sesini
çıkarmadan albayı dinliyordu. Symirna Pazar eylemini hatırlamıştı. Teröristler
limanda bulunan bir gemiyi güpegündüz kaçırmış ve içindeki son derece önemli
elektronik cihazlarla ortadan kaybolmuşlardı. Daha sonra geminin Ege denizinde
batırıldığı söylenmişti. Albay devam etti.
“İşte, Ulrike gerçekte Asya
Minör'deki teröristlerin en önemlilerinden. Belki de başkanı durumunda. Ve o
buraya kadar geldi ama bizim hiç haberimiz olmadı. Üstelik avucumuzu kapasak
yakalayacaktık. Yazık, çok yazık. Bu kadının ne kadar tehlikeli olduğunu
biliyor musun?”
Yüzbaşı sesini
çıkarmadan albaya baktı, yalnızca başını sallamakla yetindi. Onunla ilgili
olarak dinlediklerine karşın, kalbinde inanılmaz bir yakınlık duyuyordu. Adeta
görür görmez aşık olmuştu.
Albay yüzbaşının
yanına geldi, dostça elini omzuna koydu.
“Seni yorgun görüyorum Dennis, en
iyisi şimdi eve git ve iyice dinlen. Yarın izinlisin. Yarından sonra büroma
gel, raporu yaz. Hadi bakalım.”
Yüzbaşı ayağa
kalktı, selam verdi,
“Teşekkür ederim komutanım, sağ olun”
diyerek karavandan
çıktı, aracına bindi, eve doğru yola koyuldu.
***
Ulrike Heger ve Konstantino
Yüzbaşı o gün akşama
kadar Ulrike Heger’i inceledi. Yıllar boyu karabasanlarında gördüğü yemyeşil
gözlerin sahibini bulmuş ve bu gelişme onu mutlu etmişti. Kızın annesi ilkokul
öğretmeniydi. Hakkında fazla bilgi yoktu. Mutsuz bir insan olduğu
anlaşılıyordu. Psikolojik olarak sağlıklı değildi, ömrü boyunca sürekli tedavi
görmek zorunda kalmıştı. Ulrike’yi doğurmak için Ruben Heger isimli bir
gazeteciyle birlikte yaşamıştı. Ruben Heger ise pek tekin adam sayılmazdı. Adı
çeşitli dolandırıcılık ve şantaj olaylarına karışmıştı. Greta gibi aydın bir
insanın böylesi beraberliğini anlamak elbette kolay değildi. Kayıtlara göre bu
birliktelikten Ulrike doğmuştu. Ama Ulrike doğduğu yıl, babası Ruben uzak
doğuda görev yapmıştı. Buradan da Greta’ın hamileliğinin yapay yöntemlerle
gerçekleştiği sonucuna varılabilirdi. İyi de Greta acaba niçin Hollanda gen
bankasından sperm alma olanağı varken gidip uzak doğuda yaşayan birisini tercih
etmişti? Üstelik bu kişinin özellikleri hiç de iyi değildi. Zaten hastalıklı
Ulrike kalitesizliği açıklıyordu. O da tıpkı kendisi gibi astım hastası olarak
teşhis edilmişti. Zaman zaman hastaneye yatmıştı. İlkokul sıralarında annesini
kaybetmiş, babası bir daha ortalıkta görünmemiş, devletin atadığı bakıcıların
gözetiminde büyümüştü. Adı dâhi çocuklar arasında geçiyordu. Derslerinde çok
başarılıydı, liseyi bitirince en saygın okullardan birisi olan robot enstitüsü
sınavlarını kazanmış ve başarılı günler geçirmişti. Ama Ulrike hastalıklıydı,
ilk yılın sonunda eğitimine ara vermek zorunda kalmıştı. Ancak iyileşince okuluna
döneceği yerde Konstantino’ya yerleşmeyi tercih etmişti. Yüzbaşının kafası
karıştı. Bu kadar başarılı bir insan hangi gerekçeyle doğunun en kozmopolit
şehrinde üçüncü sınıf memur olarak çalışmayı tercih edebilirdi? Her halde
hayatının yakışıklı erkeğini orada bulmuştu. Ama bir yıl sonra okula dönüyordu.
Belli ki aşkı hiç de umduğu gibi çıkmamıştı. Üç yıllık normal sürede mezun
olmuş ve ilginç bir şekilde Konstantino’ya dönmüştü. Oysa orduya katılabilir,
üst düzey rütbelere kadar yükselebilirdi. Yüzbaşı çelişkiyi fark etti. Onunla
Konstantino arasında normal ilişkilerle açıklanamayan bir bağ vardı. Kente ilk
gidişi tümüyle sağlık nedenleriyle çıktığı yolculuk sırasında olmuştu. Ama o
andan sonra yaşantısı değişmiş, tüm geleceğini buraya adamış gibi görünüyordu.
Konstantino bir çeşit dönüm noktası gibiydi. Ulrike iki yıl kadar orada
memurluk yapıyor ve birden terörist olarak suç kayıtlarına geçiyordu. Neredeyse
üç yıldan fazla devlet kadrolarında çalışan bu insana ait bir tek fotoğraf bile
yoktu. Oysa kişisel bilgilerin her yıl dikkatle güncellendiğini ve
fotoğrafların da değiştirildiğini biliyordu. Kendi zaman tüneline giren birisi,
küçüklüğünden itibaren yavaşça büyümesini resimlerden kolayca izleyebilirdi.
Buna karşı Ulrike’ye ait tek bir piksel dahi yoktu. Sonradan konulduğu belli
olan bazı kareler, çok uzaktan çekilmiş bulanık güvenlik kameraları
görüntüleriydi. Tüm bunlar inanılmaz büyüklükte bir bulmaca gibi insanın
beynini sarıyor, başka işle uğraşmasını engelliyordu. Yeni keşifler, yepyeni
yaşam biçimi olarak bedenini kuşatıyor, onu kucaklıyordu.
Yüzbaşı ertesi gününü, Konstantino’nun kameraları sayesinde, dünyanın
en büyük dini merkezinin sokaklarında dolaşarak geçirdi. Ne aradığını o da
bilmiyordu. Sanki ilerdeki rıhtımda, köprülerin girişinde, müze olarak
kullanılan sarayların avlusunda Ulrike ile karşılaşacaktı. Onunla yeniden bir
araya gelmeyi çok istediğini fark etti. Ancak bunun mümkün olmadığını
biliyordu.
Yüzbaşı o gün hayatında hiç olmadığı kadar rahat uyudu. Gördüğü rüyaları
hatırlamıyordu ama gözlerini açtığında kendisini son derece dinlenmiş ve
sağlıklı hissetti. Sıçrayarak yatağından kalktı, odadaki bütün perdeleri açtı.
Güneş yeni doğuyordu. Mutluydu, elinde olmadan bir şarkı mırıldanmaya başladı.
Duşunu aldı, giyindi, balkona çıkıp kahvaltısını orada yaptı. Sonra çalışma
odasına girip bilgisayara raporunu yazdırdı.
Yüzbaşı saat tam
dokuz on beşte karargahta albay’ın odasında sekreter Kristina’nın
karşısındaydı. Genç kız onu görünce yerinden kalktı, bir şey söylemesine fırsat
vermeden uzanıp dudaklarından uzun uzun öptü.
“Önceki gün
yaptıklarınla gurur duydum. Seni dün arayacaktım ama dinleniyorsun diye düşündüm.
İyisin değil mi?”
Yüzbaşı eliyle kızın göğüslerini yokladı, gülerek.
“Sen kızımızın
mutfağını başkalarıyla paylaşırken nasıl iyi olabilirim ki?”
Kristina;
“Kıskançlık sana hiç
yakışmıyor, ben senin kimlerle neleri paylaştığını sorguluyor muyum? Hem
başkalarıyla karşılaştırmak aşkı kuvvetlendirirmiş.”
Yüzbaşı kahkaha attı;
“Evet, kesinlikle
öyledir. Bizim komutan içerde mi?”
Kristina;
“İçeride, seni
bekliyor.”
Yüzbaşı geniş kapıdan girdiğinde, albay duvardaki ekranda günlük gazeteleri
okuyordu.
“Gel Dennis, bak
gazeteler harekatımız için neler yazıyorlar? Büyük operasyon, yüzlerce terörist
ölü ele geçirildi. Bir tane daha. Teröriste robot darbesi. Yeni nesil polis
robotları teröristleri imha etti.”
Yüzbaşı;
“Bence biraz
abartmışlar.”
Albay Elia;
“Abartmak ne kelime,
yalaka gazetecilik yıllar önce Konstantino’da doğdu ve bizim buralara kadar
geldi işte.”
Yüzbaşı;
“Size raporumu
sunuyorum efendim, kodu on beş.”
Albay eliyle büyük ekrana doğru bazı hareketler yaptı, yüzbaşının raporu
aşağıdan yukarıya yavaşça akmaya başladı. Kuru bir dille önceki gün yaptıklarını
anlatıyordu, Ona göre harekat başarılıydı. Albay dalgın bakışlarla raporu
okudu,
“Evet yüzbaşı, sana katılıyorum,
bence de başarılıydık ama en önemli teröristi avucumuzdan kaçırdık” dedi.
Yüzbaşı,
“Onun orada olduğunu bilmiyorduk
efendim, eğer amacımız kızı yakalamak olsaydı harekatı başka biçimde
düzenlerdik, inanın elimizden bu kadar kolay kurtulamazdı.”
Albay yerinden kalktı,
geniş odayı baştanbaşa geçip köşedeki kutuyu açtı içinden iki kahve çıkarıp
birini yüzbaşıya uzattı,
“Biliyor musun, bu kızın elimizde
eşkalini tam olarak yapabileceğimiz resimleri yok. Yıllardan beri ilk kez siz
yüzünü gördünüz. Zaten şu ana kadar elimizden kaçmasında bu görüntü vermeme
yeteneğinin önemli olduğunu düşünüyorum.”
Yüzbaşı dikkatle
albayı dinliyordu. Sözü nereye getireceğini anlamamıştı. Kızın dosyasına
baktığında tek gerçek fotoğrafın liseden önce çekildiğini görmüş, çok
şaşırmıştı. Kız bir şekilde resim vermemeyi başarmıştı. Albay kahvesini yudumlayıp pencereden
dışarıya bakarken devam etti.
“Dün Interpol Asya Minör emniyet
müdürü beni ziyarete geldi ve senin kendileriyle çalışmanı önerdi.”
Yüzbaşı şaşkınlıkla
başını kaldırdı, itiraz etti.
“Ama komutanım polislik
yapabileceğimi hiç sanmıyorum, ne işim var onların arasında. Bu amaçla da
eğitilmedim.”
Albay güldü,
“Sevgili Dennis, merak etme, kimse
polislik yapmanı istemiyor. Kısa süre için onlarla işbirliği içinde
çalışacaksın. Konstantinopolis emniyet amiri yeni bir harekat hazırlamış.
Yalnızca yakaladıkları şahısları teşhis etmeni istiyorlar. Çünkü onu canlı
olarak gören tek tanık sensin. Daha önce de başka Ulrike’leri yakalamışlar, DNA
testleriyle sahtekarlığı ortaya çıkarıncaya değin sürekli zaman kaybetmişler.
Ve o kız her seferinde kaçacak zamanı bulmuş. Bu kez analizleri beklemeyecekler.
Senden istenen yalnızca teşhis. Harekat üç ay olarak planlanmış. Ayrıca yeni
savaş robotlarının böylesi harekatlarda kullanımı konusunda da çalışmalarını
sürdürebilirsin. Senin gibi elemanımı uzun süreliğine buradan uzaklaştırmayı
istemem ama bu görevde başkaca seçeneğim pek yok. Yine de seni zorlayamam
elbette”
Yüzbaşı az önce
aceleci davrandım diye düşündü. Aslında
kendisine yapılan teklife sıcak bakıyordu. Üstelik resmi görevle Konstantino’ya
gitmek daha avantajlı olabilir, belki Ulrike ile görüşme fırsatı bile yakalayabilir,
giderek içini kemiren pek çok soruya yanıt bulabilirdi. Albaya baktı, bu yaşlı kadının kendisine karşı
annelik duygularıyla hareket ettiğini biliyordu. Aralarındaki ilişki normal ast
üst kavramını aşıyordu. Ayağa kalktı,
“Peki, komutanım, onlara
istediklerini vereceğim.”
Albay ona yaklaştı,
odanın ortasında kucaklaştılar, yaşlı kadın hiç de kendisinden beklenmeyecek
bir çeviklikle uzanıp yüzbaşıyı yanaklarından öptü, elini yüzünde gezdirerek;
“Sen benim çocuğum olmalıydın
Dennis, kendine dikkat et olur mu? Seni üç ay sonra sapasağlam, aynen bu günkü
gibi geri istiyorum” dedi.
***
Konstantino Yolunda.
Yüzbaşı Dennis iki
gün boyunca hazırlık yaptı. Evini toparladı, temizledi, koltukların üzerini
örttü ve üç bavul dolusu eşyayı yanına aldı. Bir gece önce arkadaşlarıyla veda
partisi düzenledi. Artık gitmeye hazırdı.
Sabah erken uyandı.
Biraz kuru meyve ve süt ile kahvaltısını yaptı, saat sekizde bilgisayar
uçağının hazır olduğunu bildirdi. Bavullarını aracın arka koltuğuna
yerleştirdi, evine son kez baktı. Dimdik çatısıyla diğer evlerden hemen ayrılan
bu gri renkli yapı gözüne her zaman güzel görünmüştü. İki katlıydı ancak çatı
arası da bir kişinin rahatça kalabileceği kadar genişti. Evin en çok alt
salondaki büyük penceresini seviyordu. Oradan artık kimsenin oturmadığı
mahallenin boş sokaklarını seyrederdi.
Elindeki bilgisayara
göz attı, tüm programlardan emin olmak istiyordu. Ev havalandırılacak, alerjik tozlardan
arındırılacak, belli bir sıcaklıkta tutulacak, en önemlisi yağma ve hırsızlığa
karşı korunacaktı. Tüm bunları sağlayan ise evindeki ana bilgisayardı.
Yüzbaşı dikkatini
elindeki ekrana vermişti ki birisinin omzuna dokunmasıyla irkildi.
“Dennis çok dalgınsın. Beni fark
etmedin bile. Neredeyse yarım saattir seni izliyorum.”
Konuşan
Kristina’ydı. Masmavi gözlerini yüzbaşıya dikip devam etti;
“Albayım sana Konstantinopolis’e
kadar eşlik etmeme izin verdi. Yolda kaybolursun falan.”
Sonra şen bir
kahkaha attı. Yüzbaşı hafifçe sarılarak onu selamladı.
“Uke ne yapıyor? O da gelseydi.”
“Kızımızın ders
çalışması gerekiyormuş. Ama sanırım asıl niyeti yokluğumdan yararlanıp parti
düzenlemek.”
“Ah evet, annesinin
kızı işte. Senin evde ne partiler vermiştik değil mi?”
“Ama o zaman ben yirmi
iki yaşındaydım. Uke henüz on üç.”
“Demek ki kızın senden
daha önce olgunlaşmış.”
Kristina gözlerini kısıp yüzbaşıya baktı;
“Siz erkekler çocuk
eğitiminden zerrece anlamıyorsunuz. Tek yaptığınız onları şımartmak” dedi.
Birlikte araca bindiler, yola çıktılar. Aagje
Dekenlaan sokağını geçip ana caddeye ulaştılar, buradan da sağa saparak
hızlandılar.
Kristina;
“Biliyor musun Dennis, seninle
birlikte olduğumuz o günleri bazen çok özlüyorum.”
Yüzbaşı,
“İtiraf etmeliyim ki beni
etkilemiştin. Daha sonra hiçbir kadın bana senin gibi bakmadı. Belki de sürekli
olarak sana benzer birisini aramışımdır, anlarsın ya, bilinçaltında yani. Zaten
başka çocuk yapmadım. Halbuki iznim de vardı.”
Yüzbaşı birden
ciddileşti,
“Ama zat-ı aliniz o bodur pilotu
bana tercih etmişlerdi, değil mi?”
Kristina ayaklarını
altına aldı, sırtını aracın kapısına vererek büzüldü, masum bir tavırla;
“Ama herif çok yakışıklıydı. Birden
kendimi onun yatağında buldum. Nasıl olduğunu bile anlamadım. Neyse o iş zaten
hemen bitti.”
“Neden, ondan da bir çocuk
yapabilirdin pekala, en doğal yoldan hem de.”
“Yok artık, kuluçka makinesi miyim
ben? Zaten sıramı savdım, doğuracağımı doğurdum.”
Kristina başını kaldırıp baktı;
“Sende diğerlerinde
olmayan bir şey var.”
Yüzbaşı gülümsedi,
mutlu olmuştu.
“işte o şeyin adı aşk tatlım.”
Kristina dizlerinin
üzerinde yükseldi, eğilip yüzbaşıyı uzun uzun öptü. Araç bu sırada ansızın sola
döndü, ikisi birlikte yan tarafa yuvarlandılar. Kadın altta kalmıştı. Yüzbaşı
doğrulup yerine oturdu. Bir süre konuşmadılar sonra,
“Burası neresi, nereden geçiyoruz?”
“Soesterberg caddesindeyiz.”
“Bu caddeyi hatırladım. Çocukken
annemle buradan güneydeki tarlalara giderdik. Her yer yemyeşildi. Ama en
önemlisi insanlar vardı, trafiğin sıkıştığını bilirim. Şu hale bak. Şimdi in
cin top oynuyor.”
Yüzbaşı araya girdi.
“Böyle giderse Prusia Hollanda’nın
başkenti olacak diyorlar. Herkes oraya taşındı.”
“Evet ya, belki ben de senin
arkandan gelirim.”
Kristina eliyle
hafifçe yüzbaşıyı dürttü,
“hatta Albay da oraya taşınır ne
dersin?”
Yüzbaşı kahkaha
attı,
“Yok artık, o kadıncağıza öyle
şeyler söyleme. Benim annemden büyük yahu.”
Yol, insan eliyle
oluşturulmuş ormanlık alanlardan geçiyordu. Hollanda bu ağaçlandırma programı
sayesinde küresel ısınma ile birlikte Akdeniz iklimine çok benzer koşullar
sağlamıştı. Eğer sular altında olmasa, Avrupa’nın en büyük tarım üretimini
gerçekleştirebilirdi.
Araç birden yoğun
sayılabilecek trafiğin içine girdi. Yüzbaşı doğruldu, kurallar gereği sağ elini
yön kolunun üzerine yerleştirdi. Olağan üstü durumda aracın yönetimini hemen
ele alabilirdi. Şimdi bir yerleşim yerinden geçiyorlardı ve çevrede pek çok
dükkan görülüyordu. Kristina heyecanla atıldı, eliyle işaret ederek,
“Bak, şurayı gördün mü, seninle
oradan alış veriş yapmıştık” dedi.
Yüzbaşı o dükkanı
hatırlamamıştı ama altta kalmak da istemiyordu zekice bir hamle yaptığını
düşünerek ve sanki kendisi hatırlıyormuş gibi sordu.
“Ne almıştık peki?”
“Ne mi almıştık, iki tane pantolon.
Şu kotlardan. Sen hala giyiyor musun?”
Yüzbaşı pantolonunu
da hatırlamamıştı ve bu konuyu sürdürdüğü için pişman oldu.
“Son aylarda üniformanı çıkarıyor
musun diye sorsana. Robot programı beni karargahta yaşamaya mahkum etti.”
“Evet ya, biliyorum.
Neredeyse albay ile birlikte yaşayacaksınız. Onun da karargahtan pek ayrıldığı
yok.”
Yüzbaşı derin bir oh
çekti. Hafıza tartışmasını kazasız atlattığını düşünüyordu. İçinden “kadınlarla
başa çıkılmaz zaten “ dedi.
Yerleşim yerlerini
geçtiler, ormanın içinde ilerledikten sonra açıklık alana ulaştılar. Burası
tıpkı bir zamanlar Akdeniz bölgesinde olduğu gibi yazın tümüyle sararan otlarla
kaplıydı. Güneşle parlayan bu sarı renk, gözleri rahatsız ediyordu. Yüzbaşı
eliyle camlarındaki UV filtreyi çalıştırdı. Aracın içi hafifçe karardı ama
görüntü daha iyi izlenebiliyordu.
Araç hızını artırdı.
Artık yolda çok az yoğunluk vardı. Sağa sert bir dönüşle Verlengde yoluna
çıktılar, iki kilometre sonra hava alanına ulaşıp yan girişlerin birisinde
durdular. Saat ona geliyordu. Yüzbaşı
bavullarını hemen yanında bulunan taşıyıcı robota yükledi. Sıcak Ekim güneşi
her yeri kavurmaya başlamıştı. Kristina ile birlikte acele adımlarla binalara
doğru yürüdüler.
Soesterberg üssü
Avrupa’nın en eski havacılık merkezlerinden birisiydi. Birinci dünya savaşında
kurulmuş, ikinci dünya savaşında Alman hava kuvvetlerine hizmet etmişti. Daha
sonra Amerikalılar gelmiş, iki binli yılların başlarına kadar orada
kalmışlardı. Son olarak müze yapılmıştı. Küresel ısınma ile birlikte hızla
yükselen deniz seviyesi Hollanda’nın boşaltılmasını gerektirince yeniden
kullanıma açılmış, binlerce Hollandalının Asya Minör'e taşınmasına yardımcı
olmuştu. Ama bu gün peronlarda bekleyen üç dört kişiden başka kimsecikler
görünmüyordu.
Yüzbaşı, Kristina
ile birlikte büyük salona girdi. Onları izleyen taşıyıcı robot burada ayrılıp
farklı bir yol izlemek üzere yandaki kapıdan geçip gözden kayboldu.
Kristina alışık
tavırlarla ilerdeki bankoya yöneldi, cebinden çıkardığı kartı masanın
üzerindeki siyah tablaya yerleştirdi, hemen karşıdaki ekrana yapacakları uçuşun
bilgilerini yazmaya başladı. Yüzbaşı dikkatle onu izliyordu, Kristina gözlerini
ekrandan ayırmadan sordu.
“Gitmek istediğin bir yer var mı?
Doğrudan rota çiziyorum.”
Yüzbaşı kayıtsızca
cevap verdi.
“Hayır yok, sen nasıl istersen öyle
yap.”
“Kalkış saatini 10.35 olarak
koyuyorum, yarım saatimiz var yani.”
“Tamam, pilot sensin.”
Kristina’nın
parmakları uçarcasına ekran üzerinde geziniyor, karşısında beliren geniş
tabloda bazı rakamlar görünüp, bazıları kayboluyor, askerlikten gelme bir
alışkanlıkla da yaptıklarını yüksek sesle tekrarlıyordu.
“Kalkış saati on otuz beş. Tamam.
Uçak tipimiz TUP-29, çift motorlu. Rotamız belli, şarj durumu.”
Kristina bu noktada
duraksadı. Yüzbaşı meraklanmıştı.
“Ne oldu? Bir sorun mu var?”
“Hayır, bilgisayar gerekli şarj
durumunu hesaplıyor. Bunun için rota üzerindeki tüm hava raporlarına ulaşmaya
çalışıyor, işlem zaman alıyor.”
Ekranda yeni bir
tablo belirdi, Kristina oraya bakıp kahkaha attı.
“Hay Allah, amma aptalım yahu,
rotayı verdim ama yüksekliği unutmuşum.”
Elleri yeniden ekran
üzerinde oynadı, az sonra yeni tablo hazırlanmıştı. Kristina biraz daha
yaklaşıp okumaya başladı.
“Buna göre yüzbaşım, doğrudan
Konstantinopolis’e uçuyoruz. Mesafe yaklaşık iki bin yüz seksen yedi kilometre.
Altı saat havada kalacağız. Hızımız dört yüz kilometre. Şarjımızın yüzde doksan
yedisini kullanmış olacağız ki bu da bize salimen iniş yapma fırsatı tanır”
diyerek ekranın sol
köşesindeki kırmızı noktaya dokundu. Aynı anda hemen yan tarafta bulunan bir
kapı ardına kadar açıldı. Kristina öne geçerek,
“Buyurun efendim, sizi böyle alalım”
dedi. Beraberce uzun
koridorun sonundaki kapıdan dışarı çıktılar. Parlak güneş bir kez daha
gözlerini kamaştırmıştı ki yüzbaşı az ilerde duran uçağı gördü.
“Vay canına, bununla mı uçacağız?
İkimiz için çok büyük değil mi?”
Kristina çapkınca
ona baktı, hafifçe gülümseyerek,
“Hele yola çıkalım, belki de dar
gelir” dedi.
Pilot koltuğunun hemen
yanına oturan yüzbaşı büyük bir ciddiyetle önündeki göstergeleri kontrol eden
Kristina’yı izlemeye başladı. İncecik parmakları çeşitli düğmeler üzerinde
adeta uçarcasına dolaşıyor, komutlar veriyor, uçağın bilgisayarına önceden
yüklenmiş verileri tekrar tekrar gözden geçiriyordu. En sonunda doğruldu, pilot
başlığını kafasına geçirdi.
“Evet yüzbaşım, saat kaç.”
“Tam olarak on otuz dört.”
“Altmış saniye sonra hareket
ediyoruz. Zamanlama diye ben buna derim işte. “
İki büyük motor
çalışmaya başladı. Pervanelerin havayı yırtan sesi yirminci yüzyıldan beri hiç
değişmemişti. Uçak tam saatinde yavaşça harekete geçti, önündeki beyaz çizgiyi
izleyerek ana piste ulaştı. Flaplar kendilerine özgü sesler çıkararak on derece
aşağıya indi, bir kaç saniyelik duruştan sonra motorların giderek artan
gürültüsü tüm gücün kullanılmaya başladığını anlatıyordu. Uçak pistte
hızlanarak ilerledi ve burnunu yukarı çevirerek yerden yükseldi. Kristina’nın
elleri aslında başlığındaki gözlüğünden yönettiği hayali bir pano üzerinde
dolaşmaya başladı, uçak hafifçe yan yatıp dönüş hareketine girerken gövdeden
iniş takımlarının kapandığını belirten sesler duyuldu.
Beş dakika sonra
yerden iki kilometre yükselmişler, düz bir hat üzerinde uçmaya başlamışlardı.
Kristina başlığını çıkarıp hemen önündeki yerine bıraktı.
“Yüzbaşım, sizi böyle alalım
efendim. Bundan sonrası bilgisayarın işi. Ben inişe kadar boşum “ dedi.
Birlikte hemen arka
taraftaki geniş bölmeye geçtiler. Burası salon gibi düzenlenmişti. Yanlarda
gerektiğinde yatak olarak da kullanılan iki sedir yer alıyordu. Ortadaki düz
masanın üzerinde çeşitli meyvelerden oluşan büyük bir tabak duruyordu. Yüzbaşı
sırtını sedirin başlığına koyarak uzandı, Kristina da hemen yanına yerleşti.
“Evet, seninle en son ne zaman baş
başa şarap içmiştik?” diye sordu.
Yüzbaşı kafasını
kaldırıp bir süre düşündükten sonra cevap verdi.
“Beş yıl öncesinde değil miydi?
Çünkü sen henüz öğrenci pilottun.”
“Aman tanrım, zaman ne de çabuk
geçiyor. O kadar oldu mu, inanamıyorum.”
“Evet aynen öyle. Bakalım sende
değişiklik var mı?”
Eliyle uzanıp
Kristina’nın göğüslerini yokladı, kız hafifçe iç geçirirken,
“Hımm, bunlar eskiden bu kadar sert
miydi? Yoksa silikonlandın mı?”
“Hıı, hiç de değil. Onlar orijinal
efendim. Hem kocaman bir kız çocuk besledikleri halde böyleler. Sen yanlış
hatırlıyorsun, o sarkık memeli Silvia ile karıştırdın galiba.”
Elini yüzbaşının
pantolonuna atarak devam etti,
“Bakalım buralarda bir değişiklik
var mı? Asıl sen silikonlanmış olmayasın?”
Yüzbaşı kahkahayla
gülerek Kristina’ya sarıldı, birlikte yere düştüler. Uçağın tabanı yumuşak bir
halı ile kaplıydı.
Çift motorlu TUP-29
içindekileri hiç sarsmadan bulutların üzerinden süzülerek altı saat sonunda
Romen Diojen hava alanına yaklaştı. Kristina elindeki şarap kadehini masanın
üzerine bırakarak derin bir uykuya dalmış yüzbaşıyı dürttü,
“Hadi koca adam, kalk bakalım.
Birazdan inişe geçeceğiz.”
Yüzbaşı gözlerini
açtı, bir süre sesini çıkartmadan çevresini süzdü, sonra ani hareketle ayağa
fırlayıp hızla giyinmeye başladı. Kristina eliyle aşağısını işaret ederek;
“Daha önce Konstantinopolis’e
gelmediysen bence en iyi manzara burada” dedi.
Yüzbaşı eğilerek
camdan dışarıya baktı. İnce boğazın ikiye ayırdığı kent yüzlerce süper gökdelen
tarafından sarılmış gibiydi.
“Vay canına, o kadar çok gökdeleni
nasıl yapmışlar?”
“Kolay olmamıştır, benim duyduğuma
göre eskiden bu kentte on beş milyon yerli yaşıyormuş. Temizlenmeleri yirmi yıl
almış. Yine de arada binlercesi halen duruyor. Dikkatli bakarsan görürsün.”
“Evet, gördüm, şurada birkaç yüz tek
katlı ev var. Bunların tamamı yerlilerin mi?”
“Evet ama artık sayıları çok azaldı.
Genelde Asya Minör’de yaşıyorlar. Burada tam iki bin süper gökdelen bulunuyor.
Yani nereden baksan nüfus kırk milyonu aşıyor.”
Yüzbaşı ıslık çaldı;
“Teröristlerin burasını mekan
tutmalarının nedeni şimdi daha iyi anlaşılıyor.”
Kristina tam ağzını
açıp bir şey söyleyecekti ki, yüzbaşı sözünü kesti.
“Hey, şurada niye hiç gökdelen yok?”
“Orası tarihi Konstantinopolis
kenti. Dikkatli bakarsan surları görebilirsin.”
“Evet, çok iyi korunmuş. Şu ilkel
yerlilerin buna dokunmamış olmaları şaşırtıcı.”
Kristina hadi oradan
der gibi hafif bir kahkaha attı,
“Hiç olur mu, kent Avrupalıların
eline geçtikten sonra temizlendi ve bu bölge yeni baştan yapıldı” dedi.
Eliyle denize yakın
kiliseyi işaret ederek,
“Bak şurası ünlü Hagia Sofia. Burada
ondan daha büyük başka bir yapı bulunmuyor. Ama yüz yıl öncesinde çevresinin
binlerce kulübe tarafından sarıldığı ve tarihi binaların tümüyle örtüldüğü
söyleniyor. “
Sonra yerinden
doğruldu, yüzbaşının yanına oturdu. İki eliyle yüzünü tuttu;
“Yüzbaşı Dennis, birazdan inişe
geçeceğiz. Kendine dikkat et olur mu? Sen benim için çok önemlisin.”
Bir süre öylece
durdular, yüzbaşı kızın gözlerinden akan yaşları sildi.
“Merak etme sen, zaten yalnızca üç
ay için buradayım. Yapacağım birisini teşhisten ibaret. Çatışmaların içinde
olmayacağım, tanık durumundayım. Yani korunacağım, tehlike yok tatlım. Asıl sen
kendine dikkat et. O bodur pilot bir tarafını çürütmesin.”
Uçak yavaşça yere
kondu, çeşitli hava araçlarının arasından geçerek pistin uzaklarındaki küçük
binanın önünde durdu. Kapının ardından otomatik merdiven açıldı. Yüzbaşı Dennis
ve Sekreter çavuş Kristina resmi görüntülerine bürünmüşlerdi, uçağın kapısında
tam bir asker gibi selamlaştılar. Hızlı adımlarla merdivenlerden inen yüzbaşı,
kendisini almak için gelen araca ulaştığında geri döndü, hala onu uçağın
kapısında bekleyen sekreteri yeniden selamladı.
***
Konstantino’da
Yüzbaşı ilk kez süper gökdelende kalıyordu ve içinde bulunduğu yapı
bunların en büyüklerinden birisiydi. Tam iki yüz yirmi katlıydı, her katında
otuz metre karelik dört yüz daire barındırıyordu. Erkeklerin neredeyse tamamı
tek başına yaşamayı seçerken, kadınlar çocuklarıyla birlikte olduklarından
onlar için daha fazla odaya sahip yerler de yapılmıştı. Böylece Divisa
gökdeleninin nüfusu yüz bin kişiyi aşıyordu. Her kattaki mini marketler halkın
gündelik ihtiyaçlarını karşılıyor, gökdelen girişinde yer alan büyük mağazalar
yirmi dört saat hizmet veriyorlardı. Eğlence ve eğitimle ilgili bölümler yine
zemin katta idi. Bodrum ise devasa bir fabrika görünümündeydi. Gökdelenin tüm
enerji ile yaşam destek sistemleri buradan yönetiliyordu.
Yüzbaşı odasında
yalnız kaldığında duvardaki bilgisayar ekranından saatin yediye gelmekte
olduğunu görünce çok şaşırdı. Hollanda ile burası arasında iki saatlik zaman
dilimi farkı yüzünden bir bütün gün ansızın geçivermişti. Aceleyle duşa girdi,
vücudunu onu rahatlatan su damlalarının masajına bıraktı. Sonra resmi
elbiselerini giydi, kendisi için düzenlenen yemeğe katılmak üzere asansörle en
üst kata çıktı.
Emniyet Müdürü Dael
onu restoranın kapısında karşıladı. Koluna girerek içeriye yürüdü, uzun masanın
çevresini dolduran insanlarla tek tek tanıştırmaya başladı.
“Bu Bayan Karin. Benim yardımcım.
Burada en çok onu göreceksin. Seninle özel olarak ilgilenme sözü verdi.”
Müdür Yardımcısı
Karin kırk yaşlarında buğday tenliydi ve ufak tefek görünüşüyle Almandan çok
bir İtalyan’ı andırıyordu. Sevimli yüzü hemen arkadaş olabileceğiniz izlemini
veriyordu.
Müdür Dael, Yardımcısı Karin’in yanında duran sarışın kadını işaret
etti.
“Bu Bayan Nadia. Kısım şefimiz.
İngiliz asıllı ama bir süre sizin oralara yakın oturmuş.”
Onun hemen yanında duran erkek ise atletik yapıdaydı. Geniş göğsü,
pazılı kollarıyla gücünün zirvesinde olduğunu göstermek istercesine dik
duruyordu.
“Bu Bay Henri. Bizim komando
eğitmenimiz.”
Müdür Dael daha
ileri gitmedi, masanın diğer ucundaki bir grup genç insanı işaret etti,
“Bu baylar Enrio, Teri ve
Obsaldo, bayanlar ise Sabrina, Vera ile
Geba. Gurubumuzun vurucu timini oluşturuyorlar.”
Yüzbaşı bir yakınlık
işareti olarak her birinin yanına gidip ellerini sıktı. Yumuşak ve sıcak temas
kendisinin gruba kabul edildiğini gösterir gibiydi.
Emniyet Müdürü
masanın başına geçti, hemen sağındaki boş koltuğu işaret etti;
“Siz böyle gelin Bay Dennis, bu
gecenin şeref konuğu olarak buraya oturun “
Sonra masadakilere
dönerek;
“Sizlere yeni robotik uzmanımız
Yüzbaşı Dennis’i takdim ediyorum arkadaşlar. Onun gelişiyle ekibimiz
tamamlanmış oluyor.”
Yüzbaşının kafasında
bir şimşek çaktı. Buraya yalnızca tanık olarak geldiğini düşünüyordu ama
müdürün şu son cümlesindeki görev tanımı tümüyle farklıydı. Gözlerini kırparak
müdüre baktı, itiraz edecek gibi oldu, sonra geceyi rahat geçirmek adına işleri
oluruna bıraktı, bol bol içki içti. Odasına döndüğünde ayakta duracak hali
yoktu.
O gece rüyasında
yine kabus gördü. Ama artık korkutucu değildi. Tersine, yemyeşil kocaman gözler
kendisine eski bir dostu hatırlatır olmuştu. Bu nedenle korkmadan, astım
krizine girmeden olayları tekrar tekrar izledi.
Ertesi sabah doğruca
emniyet müdürünün odasına gitti. Öncelikle dün akşamki görevlendirme
karmaşasını gidermeyi düşünüyordu. Kapıyı çalıp içeri girdi, resmi üniforma
içinde Müdür Dael çok farklı görünüyordu. Duvardaki büyük ekranın önünde durmuş
haritada bir yerleri inceliyordu. Yavaşça masasına geçti, geniş koltuğuna
oturdu.
“Günaydın yüzbaşı, kahve alır
mısınız?”
Yüzbaşı dikkatle
müdüre baktı. Buraya gelmeden önce olacakları hiç de böyle hayal etmemişti. Bir
takım uzmanlar onun söylediklerinden Ulrike’nin resmini çıkaracaklar, yapılan
operasyonlarda da kendisini tanık olarak kullanacaklardı. İşin içinde her hangi
bir polis gurubuna katılmak, resmi görev almak yoktu. Oysa şu anda Müdür
Dael’in bakışları, tavırları çok farklıydı. Albay Elia’nın kendisine yalan
söylemiş olabileceğine ihtimal vermiyordu. O zaman geriye bir tek şey
kalıyordu, bu adamlar orduyu kandırmışlar, resmi kurumlara gerçeği
söylememişlerdi. Hafifçe sinirlendiğini hissetti, kendisine hakim olmaya
çalıştı.
“Teşekkür ederim
efendim. İsterseniz hemen konuya girelim. Ben bir çeşit tanık olarak
çağrıldığımı ….”
Müdür Dael sözünü kesti,
“Yanlış Bay Dennis,
siz buraya Ulrike Heger’i yakalayacak ekibin robotik uzmanı sıfatıyla geldiniz.
Gerçek böyle ve öyle de kalacak.”
“Korkarım size
katılamayacağım efendim, komutanım Albay Elia bana farklı şeyler anlatmıştı.”
“Biliyorum ama bu çok
gizli bir operasyon. Herkesin her şeyi bilmesi gerekmiyor. Durumun ne kadar
nazik olduğunu anlayınca bana hak vereceğinizi düşünüyorum.”
Yüzbaşı gerilmişti, itiraz edecekti ama emniyet müdürü ona izin vermedi.
“Bakın, komutanınıza
doğruyu söyledik. Sizi gerçekten de buraya tanık olarak getirttik. Ama
robotlarınızla bize katılabileceğinizi ve operasyonlarda yardım edebileceğinizi
düşündük. Yani bu konuda alınmış açık bir karar elbette yok. Eğer siz gönüllü
olursanız ….”
Yüzbaşı atıldı,
“Efendim,
yanılıyorsunuz, robotlar benim kişisel malım değil ki. Ben gönüllü olsam bile
Albay Elia’nın izni gerekir. Yani tek başıma karar veremem.”
“Biliyorum yüzbaşı,
zaten sizden istediğimiz şey de tam olarak bu. Komutanınızı ikna etmeniz.
Bizden daha başarılı olacağınıza eminiz.”
“İyi ama bunu yapmam
için çok önemli nedenler olması gerekmez mi?”
“Neden mi arıyorsunuz,
peki, buyurun size nedenler.”
Müdür Dael elindeki kumandaya bastı, duvardaki büyük ekran aydınlandı,
üzerinde çeşitli kişilerin resimleri vardı. Yüzbaşı biraz dikkat edince
bunların bazılarının dün geceki yemekte olduğunu fark etti.
“Burada gördükleriniz
yüzbaşı, bizim adamlarımız. Ulrike çetesini yakalamak için kurulmuş özel grup
başlangıçta otuz kişiydi. O vahşi çete elemanları tam on dokuz polisi katletti.
Birer ikişer tuzağa düşürdüler. Yaptığımız her operasyonda bize adam
kaybettirdiler. Son derece zekice hareket ediyorlar. Bir anda vurup kaçmayı çok
iyi beceriyorlar. Şu hemen köşedeki resmi görüyor musunuz? Memur Olga. O kız
keskin nişancımızdı. Terör örgütünün yöneticilerinden birisini vurma görevi
almıştı. Başarılı da oldu. Saklandığı köşeden adamını tam isabetle vurdu. Ama
teröristler onu fark etmiş. Üzerine beş keskin nişancı gönderdiler. Hepimiz
oradaydık. Yoğun şekilde ateş açtık. Aslında kimin nerede olduğunu
göremiyorduk. Olga zigzaglar çizerek
kaçmaya çalıştı ama sonunda yaralandı. Üç gün hastanede yattı, ne yazık ki
kurtaramadık. Bu olay üzerine bir çözüm aradık ve sizin robotlarınızı öğrendik.
Siz aynı işi kayıpsız yapabilirsiniz. Makineleriniz ne de olsa daha sonra tamir
edilebilirler.”
Yüzbaşı, Müdür Dael’in ela gözlerine dikkatle baktı. Bu deneyimli polisin
kendisine yalvaran bakışlarını anlamamak mümkün değildi. O an içinin
yumuşadığını hissetti. Ama hala kendisini kandırdıklarını düşünüyordu ve bu
nedenle kızgınlığı geçmemişti.
“Bakın sayın müdürüm,
iki bin kilometre öteden tanıklık adı altında buraya getiriliyorum ama bir
polis timi içinde yer aldığımdan haberim yok. Üstelik benden Albay Elia’yı ikna
etmek gibi kendinizin bu güne kadar başaramadığınız bir şeyi istiyorsunuz.
Benim yerimde olsaydınız siz ne söylerdiniz?”
Müdür Dael yerine oturdu,
“Küfrederdim yüzbaşı,
ağız dolusu küfrederdim.”
Yüzbaşı;
“Benim ağzımda küfür
yoktur sayın müdürüm ama daha kolay söylenebilen başka sözcükler seçebilirim,
örneğin kocaman bir HAYIR gibi.”
Müdür Dael,
“İçinde bulunduğumuz
durumda küfür etmenizi tercih ederim biliyor musunuz?”
Yerinden kalktı, masayı dolaşıp yüzbaşının karşısına geldi, sehpanın
üzerine oturdu, iyice eğilerek;
“Peki, benden ne
istiyorsun? Sana yalvarayım mı? Ayaklarına mı kapanayım?”
Ani bir hareketle uzanıp yüzbaşının ellerini avuçlarının arasına aldı,
yüzüne sürdü;
“Gençliğimde güzel
olduğumu söylerler ama şimdi cazibemi size karşı kullanacak durumda değilim.”
Müdür Dael ayağa kalktı elleriyle işaret ederek duvardaki ekrana büyük
bir Asya minör haritası yerleştirdi. Ülkenin kuzey ve doğu tarafları yeşil
güney ile batısı ise boydan boya sarı renkte boyanmıştı.
“Bildiğiniz gibi Asya
Minör genelde bir çöl ülkesidir. Yıllar önce güzel, verimli topraklara sahipmiş
ama küresel ısınmadan en çok zarar gören yer burası. Haritada yeşil yerler,
Marmara, batı ve doğu Karadeniz bölgeleri. Oralarda tropik iklime çok benzer
bir bitki örtüsü var. Diğerleri çölle kaplı. Marmara’nın güneyinde
Hollandalılar, kuzeyinde İngilizler kalıyor. Batı Karadeniz denilen şu bölge
İtalyanlara ait. Doğu Karadeniz’de ise Yunanlılar var. Ege ve Akdeniz
kıyılarında yapay ormanlarla göreceli bir tropik iklim havası yaratılmaya
çalışılıyor. Buralarda da pek çok Avrupalı yer alıyor. Doğu ve kuzey doğu
bildiğin gibi Ermeni Cumhuriyetinin. Bunların dışında kalan her yerde yerliler
var. Zaten terör sorunu da oradan çıkıyor. Çünkü burasının kendilerine ait
olduğunu, bizim gitmemiz gerektiğini söylüyorlar. Adamlar adeta 21. Yüzyılın
başlarına takılıp kalmışlar gibi. Hepimizin Avrupa Birleşik Devletlerinin birer
parçası olduğumuzu kabul ettiremiyoruz. Son altı ay içinde yüzden fazla
güvenlik görevlisini öldürdü bunlar.”
Yüzbaşı bu kadına karşı koymasının giderek azaldığını, kızgınlığının
yerini bir çeşit acıma duygusuna bıraktığını hissediyordu, aceleyle araya
girdi.
“Tamam, sizi anlıyorum
Bayan Dael ama hala Albay Elia’nın neden size katılmadığını, devletin niçin
robotlarını resmi yollardan buraya yollamadığını öğrenebilmiş değilim. Siz üst
makamlara durumu bildirip robot talebinde bulunmadınız mı?”
“Elbette bulunduk, hem
de kaç kere. Ama her nedense bizim raporlarımız Brüksel’de bir yerlere takılıp
kalıyor. Üç yıldan beri robot istiyorum, bana ne gönderdiler biliyor musunuz,
robot talep formu.”
Yüzbaşı şaşkınlık içinde kahkaha attı;
“Yani durumu
anlamışlar ve sizin robot talep edebileceğinize karar vermişler.”
“Aynen öyle. Şu son
olay gerçekleşince, bunu kullanarak en azından bir uzmanın durumu görmesinin
yararlı olacağını düşündük ve sizi buraya getirmek için böyle davrandık.”
Emniyet müdürü yavaşça pencereye doğru yürüdü.
“Bakın yüzbaşı. Bu
ülkeye biz sonradan geldik. Ben Alman kökenliyim. Şu anda Avrupa’nın yarısı
eskisi gibi yaşanabilir yerler değil. Siz henüz doğmamıştınız, büyük
babalarınız dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birisinde oturuyorlardı. Mutlu ve
zengin insanlardı. Ama denizler yükselince, topraklarının yarısından fazlası
sular altında kaldı. Zamanında alınan önlemlerle pek çok kişinin hayatı
kurtarıldı ancak artık o insanlar topraksızdı. Dikkat edin yüzbaşı, evsizdi
demiyorum, topraksız kalmışlardı. Ayaklarının altında rahatça basabilecekleri
sert bir zemin yoktu. Ve o günkü koşullarda gidebileceğimiz tek yer Asya Minördü.
Yalnızca Hollandalılar değil, İngilizler, Fransızlar hatta bir kısım Alman bu
yeni topraklara göç etmek zorundaydı. Çünkü kalan yerlerdeki sular kirlenmiş, o
yaşlı kıta üzerinde yaşayanları taşıyamaz hale gelmişti. Gelecekte ne olur
bilemem elbette ama en azından bu gün için Asya Minör'e tutunmak zorundayız. Yıllar
önce orta doğuda petrol vardı. Şimdi de burada bol su bulunuyor. İsteseler tüm
bölgeyi yemyeşil yapacak kadar çok suları var. Ama biz onları Avrupa’ya
pompalıyoruz. Eğer su olmazsa senin Amersfoort kentin ve orada yaşayan
arkadaşların da olmaz. Tümüyle tropik iklime dönüşmesiyle Akdeniz kıyılarında
bol miktarda su bulunabiliyor. Yer katmanlarının yüzlerce metre aşağısına
sıkışmış göller var. Yerliler her şeyi kendilerine istiyor, bizimle paylaşmayı
düşünmüyorlar bile. Bu bir ölüm kalım savaşı yüzbaşı. Teröristleri ne pahasına olursa olsun
durdurmamız gerekiyor. Aksi takdirde biz yok olacağız.”
Yüzbaşı dikkatle ekrandaki haritaya baktı. Kızını ve Kristina’yı düşündü.
Onların dudaklarını ıslatan her damla suya ihtiyaçları vardı. Müdür Dael’e hak
veriyordu, bu mücadeleden vazgeçmesi mümkün değildi. Su artık dünyanın en
değerli maddesiydi ve cahil bir kaç yerlinin ona sahip çıkarak koskoca Avrupa
medeniyetini zor duruma düşürmesi kabul edilemezdi. Elini masaya hafifçe
vurarak;
“Peki, efendim, size
yardımcı olacağım. Ama korkarım bunu nasıl yapacağım konusunda hiçbir fikrim
yok. Zaten kendi başıma robotlarımı buraya getirtemeyeceğimi de biliyor
olmalısınız”
dedi. Müdür Dael’in yüzünde bir gülümseme belirdi,
“Sen orasını bize
bırak. Şimdi bizim timle birlikte çalışmaya başlayacaksın. Zaten şu sıralar pek
operasyon yok. Konstantino’yu ve çevresini tanı. Olayları gözlemle. Hatta biraz
da Asya Minör tarihi dersi al. O zaman bu yerli isyanının gerçekte bizim için
bir ölüm kalım savaşı olduğunu daha iyi anlayacaksın. Gerisi de kendiliğinden
gelecek. Şimdi doğruca Bayan Nadia’ya git ve seni benim gönderdiğimi söyle. O
gerekeni yapacaktır.”
Yüzbaşı Dennis ayağa kalktı, sert bir hareketle müdürü selamlayarak
odadan çıktı. Aslında içindeki ses çabuk karar verdiğini, pişman olacağını
söyleyip duruyordu. Ama burada kalmayı istiyordu. Çünkü o da emniyet müdürüne
asıl niyetini belli etmemişti. Ulrike’ye herkesten önce kendisi ulaşmalı ve mutlaka
konuşmalıydı.
Uzun koridoru geçerek geniş bir
odaya girdi, tam köşede, pencerenin yanındaki büyük masada oturan Müdür
Yardımcısı Nadia’nın yanına gitti,
“Beni Müdür Dael
gönderdi efendim” dedi.
Nadia sevinç içinde ellerini çırparak ayağa fırladı, odadaki diğer görevlilere
seslenerek;
“Yaşasın, arkadaşlar,
artık bir robot uzmanımız var” diye bağırdı.
Yorumlar
Yorum Gönder